Fatih'in alelade kebapçılarından birinde hesabımı ödemiş, kalkmadan önce ikram edilen bayat çayı ayıp olmasın diye zoraki içiyordum.
Ellerinden tuttuğu iki çocukla içeri girdiğinde görür görmez tanıyabildim onu. Hemen arkasından gelen, kocası olduğunu sandığım bir adamla, hep beraber bir masaya yerleştiler.
Hesaplamaya çalıştım parmaklarımı kullanarak, aşağı yukarı on dört yıl geçmiş olmalıydı onu en son görmemin üzerinden. Böylesine rahatça tanıyabilmiş olmama önce şaşırdım, on dört yıl hayli uzun bir süreydi. Tüm dünyayı yakabilecek hiddet dolu bakışlarının bunca zamandır hiç değişmemiş olmasına bağladım sonra bunu.
O beni hiç tanımazdı, asla konuşmamış belki göz göze bile gelmemiştik. Halbuki ben onu pek iyi bilirdim, hatta rüyalarımda görürdüm.
Ergenliğimin ilk zamanlarıydı. Yanında yaşlı bir kadın olduğu halde haftada bir iki kez, her seferinde taksiyle, Aksaray'ın dar sokaklarının birindeki yedek parça dükkanımızın oraya gelir, komşu dükkanın önünde beklerdi.
Eskiden kalma alışkanlıkla mı bilemiyorum (O'nu hep büyülenmişcesine izlerdim) şimdi de O'na ve ailesine aşırı bir merakla bakıyor, her hareketlerini takip ediyordum. Bir çay daha istemiştim.
İzlendiklerinin farkına varabilecekmiş gibi görünmüyorlardı. Tuhaf bir aileydi. Hepsi ifadesiz gözlerle önlerine bakıyordu. Sipariş vermeleri dışında konuşmamaları gözümden kaçmamıştı. Biri iki diğeri beş yaşlarındaki çelimsiz kızlar ömrü hayatınızda görebileceğiniz en neşesiz, en durgun çocuklar olabilirlerdi. Öylesine sinik bir görüntüsü vardı ki çocukların, küçük olan masadaki peçeteye önce elini uzatıp sonra başına kötü bir şey gelecekmiş benzeri bir korkuyla geri çekmişti. Büyük kız önce etrafta bir göz gezdirmişti, sonra tüm dikkatini önündeki çatala verip milim kıpırdamadan oturmak dışında bir şey yapamıyordu. Anneleri de, her an bir şeye öfkelenecekmiş, bunun için mazeret arıyormuşçasına ara ara göz ucuyla izliyordu çocukları.
Ebru eskiden de insanın içine işleyen kızgın bakışlarla izlerdi etrafı. Geldiğini fark eden esnaflar dükkanlarının önüne çıkar keyfini çıkara çıkara süzerlerdi onu. On sekiz belki on dokuz yaşında, alımlı bir kızdı. Simsiyah uzun saçları ona tarifi zor bir hava katardı. Süslenir püslenir çok "davetkar" giyinirdi. Taciz dolu bakışlara meydan okurcasına, "hepinizden iğreniyorum!" der gibi cevap verirdi.
Sokağın en varlıklı esnafı Firuzan Bey çok geçmeden dükkanından çıkar, ağzı kulaklarına vararak lüks arabasına bindirirdi Ebru'yu. Etraftaki her erkek imrenerek bakardı uzaklaşan arabanın ardından.
Sonraları başka bir dükkanın çırağından işitmiştim. Ebru babasını yıllar önce kaybetmişti, hasta annesi ve küçük kardeşiyle bir gecekonduda yaşıyordu. O'nu Firuzan Bey'e getiren yaşlı kadın da, annesinin komşularından biriydi.
Aradan yıllar geçmiş, Firuzan Bey babamın ölümü üstüne beni yanına davet edip durmuştu. Israrı merakımı uyandırmıştı, ziyaretine gitmiştim. İşlerini daha da büyüterek sokaktaki iki iş hanının tamamen sahibi olmuştu. Görünüşe göre doğru yolu da bulmuş, hacca gitmişti. Kızlarını varlıklı muhafazakar insanlarla evlendirmişti. İlahiyat okuduğumu bildiğinden, dini bir sohbete teşebbüs etmiş, arka sokaktaki caminin yapımına katkılarını anlatmıştı. Tiksinerek sözünü kesmiş, beni neden çağırdığını sormuştum. Babam kendisinden birkaç bin dolar borç almış, ödeyemeden ölmüştü.
Üzerlerine sanki ölü toprağı serpilmiş aileyi bir süre takip ettim. Ebru ellerinden sımsıkı tuttuğu kızlarıyla önden yürüyor, kocası yanlarında durmaya çekinircesine birkaç metre geriden izliyordu onları. Fatih'in fakir mahallerinin birisinin karanlığında gözden kaybolduklarında, her bir insanın içindeki "nefsi" düşündüm. Hiç bir değer, hiç bir sınır tanımaksızın menfaatlerine odaklanan; kendisini ve başkalarını fütursuzca mahvetme pahasına anlık zevklerinin peşinde koşmaktan bir an olsun vazgeçmeyen kötülük kaynağını...
Bunlardan biriyle yaşıyor olmaktan dehşete kapıldım.
Commenti