top of page

YERLİ İFŞA


Ne zaman mutluluktan ümidimi kesmenin eşiğine gelsem çilek tarlasında geçirdiğimiz o tatlı, ılık haziran sabahını hatırlarım. Bir sınıf dolusu çocukken kendimizden geçmiş halde, her türlü endişe ve kaygıdan özgür geçirdiğimiz bir ömür uzunluğunda, neşe dolu saatleri.


O günü zihnime en çok kazıyan herhalde Elif'in kahkahalarıyla süslenmiş olmasıydı. Sürekli beynimin içinde yankılanan, sanki tertemiz, esenlik dolu bir masal dünyasından buralara ulaşan, harikulade bir çocuğa ait kahkahalar.


Elif'le aynı kasabanın yıkık dökük ilkokulunda aynı sınıfta okuyan, aynı çamurlu sokakta yaşayan, babasız büyüyen iki çocuk olmamız ortak noktalarımızdı belki ama aramızı derin bir uçurum ayırıyordu.



Kaynağını asla keşfedemediğim sonu gelmez bir mutluluk saçardı etrafına. O varsa ortalığı neşe sarardı. Gülümsemesi bir an eksilmezdi. Ciddi olmaya çalıştığında dahi tebessüm eder gibi duran bir çehresi vardı. Yolda karşılaşsak önce havadan sudan bahseder sonra hemen araya bir şaka sıkıştırırdı. O'nu gördüğünüzde haliniz ne olursa olsun gülümsemek gelirdi içinizden. O'nu tanıyıp da sevmeyecek bir insan olamazdı.


Benim çocukluk yıllarımı en çok güzelleştirende Elif'in gülüşüydü. Yazları da kahkahalarından uzak kalmaya dayanamaz, arada bir rastlarım ümidiyle camideki kursa giderdim.


Hayret eder dururdum, nasıl bu kadar komik olabiliyor, her durumda insanları güldürebilecek bir şeyler nereden aklına geliyor? Daha yedisinde babasından yoksun kalmış küçücük bir kız çocuğunun kalbine bitmek bilmeyen sevinci kim veriyor?


Ben ise herhalde kasabanın en sıkıcı oğlanıydım. Güldüğümü, şaka yaptığımı gören olmazdı. Elif'in şakalarından çok hoşlansam da herkesin önünde gülmeye utanır, en fazla belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verirdim.


Hep O'na benzemeyi hayal ederdim. Bana fıkralar öğretmesi için dayımdan medet umar, öğrendiklerimi gidip Elif'im karşısında anlatabilmeyi, onu güldürebilmeyi düşlerdim çocuk aklımla. Beni değerli bulmasını, sevmesini dilerdim. Yarım yamalak öğrendiğim bir kaç fıkrayı anlatmaya asla cesaret edemezdim.


Bir keresinde çöp kutusunun önünde kalemimi açarken beni yakalamış, gülerek "sen solak mısın salak mısın?" demişti. "Ben salağım" diye kekelerken kızarıp bozarmış, gülümseyememiştim bile. O saadet anını tekrar tekrar yaşarken günlerce "ben salağım" diye kendi kendime yinelemiştim.


Elif kolay kolay kimseye itaat etmez, öğretmenini bile zor dinlerdi. İsyankar bir ruhu vardı. Sınıfımızda dayak yemiş tek kız öğrenciydi ama dayaktan korkar görünmezdi. Haksızlığa tahammülü yoktu. Bazen kaçar ortadan kaybolur, herkesi deli ederdi. Bir keresinde karanlık çökmeden tarlada oturmuş resim yaparken bulmuşlardı onu. Tanıdığım en merhametli insan olabilirdi. Ağlayanın yanına gider, ne yapıp edip güldürürdü onu, iki lokma beslenmesini paylaşırdı.


Elif'in aksine ben bir denileni iki etmeyen itaatkar, uysal ve sinik bir çocuktum. İki sözcüğü bir araya getirip doğru dürüst konuşamazdım. Kim bana ne söylese sanki emir kabul ederdim. Sadece öğretmenler değil halimi fark eden bazı çocuklar da bu yanımdan yararlanmasını bilip getir götür işleri için kullanırlardı beni.

Elif evinde bir tiyatro oyunu yazar, ertesi gün sınıfta oyuncuları seçer, yönetmenlik yapar bir de başrolü oynardı. Sonra şaşılacak derecede güzel resimler yapardı. Tahtaya çıkmadığı gün nadirdi. Bazen yeni öğrendiği deli fıkrasını kusursuz biçimde anlatır, kimi zaman da sevdiği bir şarkıyı gözlerimizin içine baka baka maharetle söylerdi.


O deli rüzgarın kızıydı, ben çorak toprağın oğluydum. O kasabamızın en güzel bahçesindeki narin çiçekler gibiydi, ben ise değersiz yabani otlardan farksızdım.



Dedem, "onların ailesinde hep bir deli damarı olmuştur." derdi. Beraber hacca gittiklerinde Elif'in dedesinin oralarda yaptığı komiklikleri, ortadan sık sık kaybolup başlarındaki hocaları nasıl illallah ettirdiği anlatmıştı. "Bu kızın durumu beni hiç şaşırtmıyor, umarım başını derde sokmaz!" diyordu. Böyle diyordu çünkü Elif bazen de sanki hiç düşünmez, aklına estiği gibi davranırdı. Belki onun da delilikten payı buydu. Duygularını güçlü yaşar dahası çok fazla belli ederdi onları. Bir de kız rengi diye pembeden hoşlanmaz her şeyi maviden olsun isterdi.


Bir 23 Nisan gösterisinden kalan fotoğrafımızı saklıyordum. O'nunla ikimiz tek değildik fotoğrafta, altı kişiydik. Üstelik birbirimizden uzak köşelerdeydik. Ama sadece bu tek fotoğraf karesi kalmıştı elimde. Kader bizi ancak burada ebediyen bir araya getirmişti.


Çocukluk yıllarımız geride kalırken O'nun uzaktan gülümsemeleriyle yetinmem yeterince acı vericiyken, güzel sanatlar eğitimi için kasabamızı terk edip şehre gittiğinde içimden bir şey koptu sanmıştım. Daha 19'unda fakültesinden biriyle nişanlandığı duyduğumda derin bir suskunluğa, kedere gömülmüştüm. O'nu hatırlamak için bahçemize diktiğim mavi menekşelere bakarken, "kim bilir nişanlısı nasıl komik, eğlenceli biridir, Elif'i hak eden bir delikanlı ne olağanüstü bir insandır!" diye düşünürdüm.


Ara ara şehirdeki ablamın ağzından onun hakkında bilgi kırıntıları almaya çalışıyordum. Halen öylesine naif, neşeli ve çocuksu olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmamış ama onun için kendimce endişelenmiştim. Yüreğim kötü bir şeyler sezinlerken sanki aylar sonra gelecek felaket haberi önceden hissediyor gibiydi.


Bir akşam vakti ablamdan gelen telefonla yüreğime bir bıçak saplandı. Ayrılma kararını duyan nişanlısı Elif'in uygunsuz fotoğraflarını internete koymuş, dahası bu fotoğraflardan tüm şehri haberdar etmişti. İntikam ateşiyle yanarken, "fotoğraflara yüz bin kişi baktı" diyerek sağda solda övünüyordu. Elif bir öğrenci evine sığınmış günlerdir dışarı çıkamıyordu. Herkes kendisine bir kötülük edebileceğinden korkuyordu.


Gözyaşlarıyla dolu bir gecede sabahı zor ettim. Seher vakti geldiğinde en küçük bir kuşkum kalmamıştı, benimkisi ne ani bir karardı ne de geçici bir heves. Kendime cesaret telkin ettim. Mavi kazağımı giyip, bavulumu topladım. Annemin boynuna sarılıp yola koyuldum.


Yolda sabah kuşlarının çığlıklarını dinlerken, tek yapmak istediğimin gençliğimi ayaklarının önüne sermek, kendimi onun hizmetine adamak olduğunu düşündüm. Herkes, her şey onu yarı yolda bıraksa ben kayıtsız şartsız emrine amade olacaktım. Dünyanın öbür ucuna peşinden koşacaktım. O'ndan hiçbir beklentim yoktu. Ben O'na her şeyimi verecektim, varsın O hiçbir şey vermesindi bana.


Belki beni başından savacaktı. O'na acıdığımı, kişisel bir amaç güttüğümü zannedip bana öfke duyacaktı. Benden nefret edecekti. Bana gülümsemeyecek, tek bir şaka yapmayacaktı. İşte o zaman ben de kendimi ebedi bir yalnızlığa mahkum edecektim.


Karla kaplı bir sabah vakti sığındığı evin karşısındaki çocuk parkında buldum onu. Parkta O'ndan ve bir çocuktan başkası yoktu. Sessiz güçsüz adımlarla yaklaştım O'na. Fena halde üşümüştü. Saçları darmadağınıktı. Kötülüğün tek damlasının bile işlemediği ruhunun yanı başında, nostaljik bir havayla esenlik dolu çocukluğumuza gider gibi oldum. Bu dünyaya ait olmayan bir masumiyetin, tatlılığın ve güzelliğin onda halen ışıldamakta olduğunu görebiliyordum.


Onur kırıcı bir şey yapmışım, bağışlanmaz bir suç işlemişim, O'nu acımasızca incitmişim gibi ezilip büzüldüm karşısında. Gözlerine ancak, bana acıması için yalvarırcasına bakma cesareti bulabildim. Kalbim sıkışırken tek kelime edemedim, zaten sözlerimin kıymeti olmazdı.


Önce bana sonra elimdeki bavula baktı. Olduğu yerde taş kesilmiş duruyordu ama yüzünde şaşkınlık okunmuyordu. Gözlerinde beni ürküten bir yabancılık vardı. Hemencecik anlamıştım, yaptığım "komik" kaçmıştı. Kendi kendime tüm bu hayalleri kurmakla fazla ileri gittiğimi düşünürken gözlerinde daha önce hiç karşılaşmadığım bir bakış belirdi. Korkuya kapılmış küçük bir çocuk gibiydi. Bir şey söylemek istedi ama söyleyemedi. Bir an durup düşündükten sonra "keşke her şey bir şaka olsaydı!" demek istermiş gibi baktı gözlerime.

950 görüntüleme
1/23
bottom of page