top of page

İNSANİ KAMP

Tek başıma oturduğum masanın plastik sandalyelerinden birisine rahatça yerleşip selamün aleyküm dedi. Cevap veremedim çünkü ağzım gerçekten açık kalmıştı.


Selamün aleyküm, çekici bir kızdan daha önce duyduğumu hatırlamadığım bir sözdü. Hiç tanışmadığımız halde, koskoca boş kantinde oturacak benim masamı mı bulmuştu?Güzelliğine rağmen nasıl olur da bu kadar kibirden uzak görünebilirdi?


Kendimi çabuk toparlayıp yeni keşfettiği bir canlı türünü ilk kez filme alan bir belgeselci heyecanıyla incelemeye koyuldum muhatabımı. Benden bir yaş küçük, yani 18'inde olmalıydı. Küt açık renk saçları ve minyon gövdesi ona çocuksu bir görünüm veriyordu. Buna karşın sesi şaşırtıcı ölçüde olgundu. Hafif bir şivesi vardı, hangi şehirden gelmiş olabilirdi?


Esas tuhaf olan, kendisini havalı bir kız gibi göstermeye çabalamaması, doğal ve yapmacıksız görünmesiydi. Sıkıcı olmadığını kanıtlamaya çalışırcasına zorlama espriler yapmaya, komik olmaya uğraşmıyordu. Yeri geldiğinde gülümsüyordu, yeri geldiğinde ciddi bir tavır takınıyordu.

Sabırla açık vermesini bekledim, olağanüstü bir oyuncu olabilirdi. İhtimal, gözüne kestirdiği bir erkeği "ağına düşürmek" için masasına oturmuş bir ustaydı. Gözlerini, mimiklerini, kelimelerini, beden dilini dikkatle izliyor, tüm verileri bir araya getirip karmaşık bir geometri sorusuymuş gibi muhatabımı çözmeye çabalıyordum.

Hiç de alışık olmadığım bir gerçeklikten başka bir şeyle karşılaşmadım.

Çok geçmeden bana kur yapmadığından emin oldum. Biraz da hayal kırıklığına uğramıştım... O'nun karşısında kendimi egolu bir erkek olarak göremememi yadırgadım.

Ardı ardına sorular yönetti: Sınavları geçerken zorlanmış mıydım? İlk uçuşta kusmuş muydum? Başımdaki yüzbaşı nasıl biriydi?

Görünürde ona cevap yetiştirmeye çalışıyordum ama bir tarafım çoktan hayallere dalmıştı. Son anlarında hayatları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçen insanlar misali, yaşadığım şaşkınlıkla erken gençlik yıllarımdan anılar zihnimde canlanmaya başladı. Düşüncelerim masayı terk ediyor lise zamanlarıma kayıyordu.

Elit bir semtteki pahalı bir kolejin sıralarında tek başıma ders çalışırken yanıma oturuveren kız arkadaşımı hatırladım. Hani kolunun altından çıkardığı dergideki çıplak bir kadının fotoğrafını ansızın önüme koymuş şuh cilvelerle "sence bunun göğüsleri gerçek olabilir mi?" deyivermişti. Amacını anlamam uzun sürmemişti.

Sonra bir başkası geldi aklıma; Okulun popüler erkekleriyle birkaç ay "çıkan" şimdi de beni gözüne kestirip "neden biz sürekli birbirimize bakıyoruz?" yemiyle direncimi kıran.

Bir keresinde eve geldiğimde defterimin arasında bulduğum "cazip mektup" sonrası sevgilim olan kızı da anımsadım.

Derken, "çok hoşlandığın biri sana yüz vermiyorsa ne yaparsın? diye kendini acındırarak tavsiye isteme numarasıyla beni kafesleyen bir diğerini.

Hiçbirimiz gerçek değil gibiydik, sahiciliğimizi yitirmiştik. Kendimizi değerli hissetmek uğruna kullanıp attığımız geçici heveslerdik. Tutkularımız, arzularımız, bencilliğimiz tarafından ele geçirilmiştik.


En çirkin filmlerin yer aldığı kasetler erkeklerin arasında elden ele dolaşırdı. Sınıfta açık saçık dergilerin satışını yapan, kızlar nezdindeki en popüler çocuğun ta kendisiydi.

Sokakta, kafede, dershanede gördüğümüz her çekici karşı cinse ancak kur yapılabilirdi. Çekiciliğin kadar popüler, karşı cinsten gördüğün ilgi kadar kıymetliydin. Güzel giyinmeli, özgüvenli görünmeli, sürekli espriler yapmalıydın. Zayıflıklarını asla göstermemeli dahası başkalarının gaflarını, kusurlarını eğlence konusu yapmalıydın.

Sınır yoktu, değer yoktu. Sadece güzel vakit geçirmemiz gerekiyordu.

Erkekler bir araya gelip porno izliyorduk. Beş on kişi toplanıp soluğu hayat kadınlarının mekanında alabiliyorduk. Antrenman sonrası, her gün yüz yüze baktığımız kız arkadaşlarımızın soyunma odasını röntgenlemeye çalışıyorduk hiç utanmadan.


Kızların ağlamaları, gülmeleri, başarıları, hayalleri, acıları bizim için anlamsızdı. Onlar yalnızca faydalanabileceğimiz oyuncaklardan ibaretlerdi.


Yıllar geçip giderken geride pek bir değerimiz kalmamış, kalbimiz taş kesilmişti.


Zihnim masaya döndüğünde yanı başımda dört beş kişi derin bir sohbete dalmış, kantin dolmaya başlamıştı. Ülkenin dört bir tarafından gelmiş yüz kadar erkek, bunun yarısı kadar kız bulunuyordu kampta. Okulun tarihinde ilk kez bu yıl, kızların kampa erkeklerle beraber katıldıklarını duymuştum.

İstanbul'da üç gün süren zorlu seçmeleri geride bırakmış, yirmi bir günlük bu kampın sonunda da Hava Harp Okulu öğrencisi olacaktık. Pek çoğu Anadolu'nun hali vakti yerinde olmayan ailelerinden geliyorlardı. Hatta üniversite okutacak imkandan mahrum ailelerden gelen, bu nedenle kendilerini askeri okula mecbur hissedenler de vardı aralarında.

Sivillerdi, ilk kez askeri bir ortamda bulunuyorlardı. Ağırbaşlı, efendi, onurlu çocuklardı.

Telefon sırasında beklerken, çocukların aileleriyle nice göz yaşartıcı diyaloglarına şahit olabilirdiniz. Elenen bir kızın, evine dönüyor olmasını telefonda haber verirken, "sizi hayal kırıklığına uğrattım babacığım" diye ağlaması beni de duygulandırmıştı. Belli ki ailelerin pek çoğu adeta kutsal bir görev gibi görüyordu çocuklarının bu okulda bulunmasını.

Gözlemliyordum sadece, ne onların niçin burada olduklarını sorgulayabilecek ne de kendimi onlarla bir tutabilecek durumdaydım.

Üniversite'de geçirdiğim ilk yıl berbat bir deneyime dönüşmüştü. Halim içler acısıydı.

Hayat kadınları ile dolu bir kış geçirmiştim. Tek başıma yaşadığım evde akşamları pizza yiyip Alman kanallarında "malzeme" aramıştım. Haftada birkaç kez geç saatlere kadar dışarıda kalıyordum. Taksim'in rock barlarında kendime "kullanışlı dostlar" bulma peşindeydim. Okula kendimi veremiyordum, ders notlarım yerlerde sürünüyordu.


Çocukken trenin camından izlerdim, son zamanlarda arabamla önünden geçer olmuştum bu askeri okulun. Aklımın ucundan bile geçmezdi ama bir kış günü kafamda bir şimşek çaktı. Bu okul benim hayatıma çeki düzen verebilirdi. Ne gece kuşu olmayı sürdürebilir, ne de izlediklerimle kendimi daha fazla uyuşturabilirdim. Benzeri birkaç kış daha geçirmem felaketim demekti.

Bilgi almak için Okul'u ziyaret ettiğimde muhatap olduğum insanların nezaketleri, özgüvenleri, dengeli halleri bana güven telkin etti, doğru kararı vermiş olmalıydım. Yeniden girilen üniversite sınavı, zorlu seçmeler derken acılarıma bir son vermek ümidiyle işte buradaydım.


Okul'da ilk kez tanıştığım insan profili beni şaşırtmıştı. Hayat zannettiğim şeyi, "değerlerimi" sorgulamama yol açmıştı. Korkuya kapılmış bir çocuk gibi orayı terk etmek istemiyor, kampta kurduğum barikatın arkasında kendimi güvende hissediyordum. Burada, bu samimi , bu gerçek insanların yanında kalmak istiyordum.


Kendimi çirkeften kurtarabilme ümidiyle seçmelerdeki her zorluğu yorulmak bilmez bir inatla aşıyordum ta ki hiç ummadığım dev bir sorun karşıma çıkana dek. "Asker" olamıyordum. Kendimi zorluyor zorluyor ama "emredersiniz komutanım!" diyemiyordum.

Dahası, her şeyi sorgulamaya, iğneleyici alaycı sözlerle kuralları eleştirmeye başlamıştım.

"İyi akşamlar" dediğim birisinden "ast üste iyi akşamlar demez" cevabı alınca hışımla ortamı terk etmiştim. Lider adı altında angarya bir iş verilmek için bir gönüllü arandığında saf bir çocuğu, onun liderimiz olduğuna ikna ederek kandırmıştım.


Yersiz espriler yaparak, kahkahalar atarak aptal durumuna düşüyor, diğerleri arasında sivriliyordum. En çok da güzelim saçlarımı üçe vurmasını hazmedemediğim kampın berberine saydırıyordum.


Eğitim uçağını kullanmayı hızla kavramam, "doğuştan pilot" olmam yetmedi.


Eğitim veren yüzbaşıyla aramızdan su sızmaması yetmedi. (bu yüzbaşı, ileride pilot olduğumda her havalimanında bir hatunum olacağını söyleyerek beni motive etmeye çalışmıştı)


Ben asker değildim, asker olamazdım.


Gerekli gereksiz sorgulayan, eleştiren, itaat edemeyen, ciddi olamayan, her ortamda bir mizah yakalamaya çalışan biriydim.


Kantinde sabırsızca turluyor, saat saat umutsuzca direnmeye çalışıyordum. Çenemi tutup boyun eğmem ve ağırbaşlı davranmam için kendime yalvarıp yakarıyordum. Geri dönemezdim, hayatım yoktu benim, daha başta kaybetmiştim.


Sonunda istifa dilekçemi verirken ağlıyordum. Çadırımdan eşyalarımı toplarken ağlıyordum. İçtima yapmış arkadaşlarımın önünden bavulum elimde kampı terk ederken ağlıyordum. Ömrüm boyunca saçlarım üçe vurulmuş halde, hiçbir şeye gıkımı çıkarmadan yaşamayı göze alabilirdim, ayrılmak istemiyordum.


Yalova'dan İstanbul'a dönüş yolunda "sen asla uslanmayacaksın!" diyerek kendimi kınıyor, şimdiden pişmanlık ve utanç duygularıyla kıvranıyordum. Kara kara çaresizliğimin derinliğini düşünüyordum. Pençesine düştüğüm alışkanlıklarla kendi ayağımla dar ağacına çıkıyordum. Arenada gladyatörlerin arasına eğlence olsun diye atılmak için sırasını bekleyen bir köleydim.


Orada geçirdiğim iki hafta askeri değil adeta insani bir kamp olmuştu benim için.

Yeni değerler edinmiştim, karşı cinse bir insan gibi bakılabileceğini öğrenmiştim.

Taşlaşmış kalbim yumuşamıştı, kibrim sarsılmıştı. Günler boyu ağlamaya devam etmiştim.


Hiç aklıma gelmeyecek bambaşka bir tecrübeye hazırlanmakta olduğumu nereden bilebilirdim.

24 görüntüleme
1/23
bottom of page