top of page

NEW YORK'DA BİR BAĞIMLI

Bakın beyler, en başta söyleyeyim, hakkımda ne düşündüğünüzü zerre kadar önemsiyor değilim. Aksi olsaydı, kendimi biraz olsun havalı biri gibi gösterir, biraz sonra yapacağım üzere tüm sevimsizliğimle ve kusurlarımla karşınıza çıkmazdım. Uyarmış olayım, her bir hakaretinizi şimdiden aynen size iade ediyorum.

Nedenleri hakkında tahminlerimi duyacaksınız (hiç gurur duymadan söyleyebilirim ki) oldum olası amansız bir Batı hayranıyımdır ben. Doğu ile alakalı hiçbir şey ilgimi çekmez benim. Hiç bir metropolünde bulunmak istemedim, hiç bir yemeğini merak etmedim, sanatını, kültürünü önemsemedim, kadınlarına yüz vermedim Doğu'nun. Ben Paris'e hayranlık besledim, Londra'ya özlem duydum, Amsterdam'ın sokaklarını arşınlamak istedim ve tabi ki rüyalarım şehri New York'u kendi gözlerimle görmek istedim.



"Uçağımız biraz sonra Kennedy Uluslararası Havaalanı'na iniş yapacak" anonsunu duyduğum an nasıl da kalbim yerinden oynamıştı. Sanki uzun zamandır gurbette yaşıyordum da esas şimdi memleketime varabilmiştim. Hep ait olduğum topraklara nihayet ulaşmış, kültürel hemşehrilerimle buluşabilmiştim. (iade edeceğimi söylemiştim, esas sizsiniz ... ) Ne yalan söyleyeyim, böylesine coşku duymamı ben de ilk başta garipsemiştim, hatta kendimi kınamıştım.

Sonra "doğal olan bu değil mi?" diye düşündüm. Tüm hayatımı onların kitapları, şarkıları, onların filmlerinin etkisi altında geçirmiştim. Son 20 yılın hit şarkılarını ay ay, hafta hafta ezbere bilirdim. Zihnimde binlerce şarkı, pek çoğu sözleriyle yer etmişti. İzlenmeye değer filmlerin içerisinde görmediğim pek azdı. Henüz Türkiye'de evlerde furyası başlamamışken, bizimki videonun ilk girdiği evlerdendi. (başımı daha sonradan malum filmlerle derde sokmamı da bu videoya borçluydum). Tüm erken gençlik dönemimi alafranga bir okulda, pek çoğu yabancı öğretmenlerin içerisinde, dersleri ecnebice görerek geçirmiştim. Onların güldüklerine gülüyor, onların kızdıklarına kızıyordum. İşte tüm bunların eseri olmalıydı tuhaf durumum.

Buna karşılık sanki bize ait tek bir kültür kodu işlenmemişti beynime. Çevremde gelenek görenek alabileceğim pek az akraba olduğu halde büyüdüm. Birkaç Sezen Aksu şarkısı, bir Barış Manço albümü dışında Türkçe müzik bilmezdim. Bir ara Kemal Sunal filmlerine takılmaya kalkmıştım da, babamın " izledikçe O'na benziyorsun, evimde bir şaban istemiyorum" azarıyla "Türk komedi klasiklerini" terk edip Jerry Lewis'e dönmüştüm.


Haliyle, New York'a karşı da daima özel bir hayranlık beslemiştim. Çocukken evimizdeki ansiklopedilerde rastladığım o devasa gökdelenlerle dolu manzara fotoğraflarına bakar, "bir gün oralarda olacağım" derdim. Manhattan temalı filmler hep favorilerimden olmuştu. En çok harikülade olduklarını düşlediğim kadınlarını merak ederdim.


Derken bir gün yılların hayali gerçekleşmiş, hasbelkader gelebilmiştim New York'a. Üç gün kalacaktım, en fazla birini işe ayırmam yetecekti. Şehrin tadını çıkarmam için bir miktar zamanım kalıyordu. Times Meydanı'nın hemen yanıbaşında Mariott Hotel'de kalıyordum. Yapacaklarımı titizlikle planlamıştım.


Empire State Binası'nın tepesinden Şehri izleyecek, Broadway'de gezecek, 5. cadde'de alışveriş yapmaya cüret edecektim. Brooklyn Köprüsü'nün yürüyerek geçecek, Central Park'da uzun uzun dolaşacaktım.


Gel gör ki üç gün sonra uçağa binmiş İstanbul'a geri dönerken ağlamaklı bir haldeydim. İki kısa iş toplantısı, yakındaki Starbucks'dan bir içecek almak dışında ( o zamanlar bizim yeni yetmeler Starbucks'ı bir kot markası sanırdı) otel odamdan ayrılamamış, tüm vaktimi fevkalade rahat yatağımda uzanarak ve odamdaki televizyonda uygunsuz filmler izleyerek harcamıştım. Birşeyler yemek için dahi olsa odamdan ayrılamamış, oda servisinin pizzalarıyla karnımı doyurmuştum.


Otel odaları biz bağımlılara göre yerler değil. Tek kabahatim ne var ne yok diye kanallar arasında dolaşıp durmaktı. Obama'nın kazandığı ilk seçimin aylar öncesiydi. Her yerde aynı politika haberlerini görmekten sıkılmış, kafa dağıtacak bir şeyler aramıştım. Karşıma çıkan erotik bir kanal ile adeta transa girmiş, hayalini kurduğum şehri görebilme imkanımı elden kaçırmıştım.


İşte o zaman ansızın kafama dank etti. Erken gençlik yıllarımdan beri aralıksız süren alışkanlığın beni esaret altına aldığı, bir bağımlılığa dönüştüğü artık şüphe götürmezdi. Başım fena halde dertteydi.

Çok şey gördüm geçirdim. En büyük desteği aynı mücadele içerisinde olduğum bağımlılardan gördüm. Benim geçtiğim yollardan geçmiş, benimle aynı dili konuşan, kendilerini iyi kötü onarabilen bağımlılardan...


Sponsorlarım oldu, koçlarım oldu, dostlarım oldu. Altın öğütler aldım, nice yanlış yollardan döndürüldüm. Onların varlığı olmaksızın nasıl bir sonum olurdu, düşünmek istemiyorum. Başka birine açılmanın iyileştirici yönünden bahsetmiyorum sadece. Karşımdakilerin yaşanabilir bir hayata yönelik motivasyonları bana da geçiyordu.


İlginçtir, özelde Amerika'yı genelde Batı'yı tanıdığımı zannederdim, oysaki benim gibi yüzlerce bağımlıyla yolum kesiştikçe ancak pek çok şeyi yerli yerine koyabildim. Bir süre Amerikalı emekli bir amca oldu yardımıma koşan, sonrasında Hollandalı bir eşcinsel. Eskiden işyerinde porno izlemekten muzdarip bir İngiliz sponsorum olmuştu bir ara.

Bağımlılık dışında ortak noktamız yoktu. Çeşitli ülkelerden, alakasız mesleklerden geliyorduk ama bağımlılığımız dolayısıyla çekmekte olduğumuz ızdıraplar bizleri bir araya getiriyordu. Yok artık diyordum ilk dönemler, online toplantılarda katılımcıların yarıya yakınının kadın olmasına. Neler gördüm, kimlerle aynı amaç için bir araya geldim.


Sonuçta diyeceğim o ki, bağımlı bağımlının külüne muhtaçtır. Farklılıklarımız, kültürümüz, eğitimimiz, inancımız, ırkımız ne olursa olsan bizlerin birbirine ihtiyacı tarif edilemez. Hiç kimse bize bağımlılığını geride bırakmış birisi kadar yardımcı olamaz. Belki umursamaz.


Benzer çaresizlikler, benzer utançlar, benzer hayal kırıklıkları, benzer gözyaşları, benzer düşler bizleri birbirimize bağlar.


Aslını isterseniz, bir bağımlı için çok az şey başka bir bağımlıya destek vermek kadar dirilticidir.

56 görüntüleme
1/23
bottom of page